Türkiye Demokrasisinin Trend Kanalı – I

Borsayı bilenler bilir. Teknik analizin alfabesi trend çizgileri ile başlar. Trend çizgileri, piyasanın veya senedin yönünün nereye doğru olduğunu gösteren basit çizimlerdir.

Herhangi bir piyasadaki (örn; BIST) herhangi bir ürünün (örn; hisse senedi) ve genel anlamda piyasanın kendisinin yükselişte mi yoksa düşüşte mi olduğunun en kaba görsel ifadeleri olan trend çizgileri ve borsada kullanılan çeşitli formasyonların, genelde dünya siyaseti özelde ise Türkiye siyaseti için kullanılabileceğini de düşünüyorum.

Halihazırda siyaset disiplini içerisinde üretilen akademik literatürde büyük ve küçük politik olgular veri bilimi yardımıyla görselleştirilebiliyor.

Bu yazıyı elbette veri bilimi ve analizi yardımıyla desteklemek isterdim ancak bu alandaki yetkinliğim oldukça sınırlı. 

Burada yapılan görselleştirmeler tamamen indî, subjektif ve spekülatif bir mahiyet taşımaktadır. Dolayısıyla bu grafikleri veri bilimi gözlüğü ile eleştiriye tâbî tutmak gerekecektir ve ehli de bunu yapmalıdır. 

Yaptığım şey kısaca Türkiye’nin demokrasi serüvenini borsa terimleri ve jargonundan yardım alarak vulgarize etmeye çalışmaktır…

Demokrasinin, Türkiye özelinde yükselen bir trend kanalı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Bunun anlamı, demokratik bilincin ve kurumsallaşmanın lineer olarak gelişmekte olduğudur. Kimileri için yarışmacı otoriterizmle katı otoriterizm arasında salınan bugünün Türkiyesi için bunu söylemek ‘gerçeklikten kopmak’ olarak değerlendirilecektir. Kadrajı gündelik siyasete odakladığınızda haksız bir tespit de sayılmaz. 2013’e göre 2023 Türkiye’sinin geride olduğu tespitine ben de katılıyorum. Bununla birlikte burada varsaydığım demokratik gelişme, uzun vadedeki panoramik demokrasi fotoğrafında görünmekte olandır.

Peki, gelelim kritik soruya… Uzun vadenin başlangıç noktası, kilometre taşı neresi olmalıdır?

Öncelikle Türkiye derken bunun Osmanlı dönemini de kapsadığını ifade etmekte fayda var. Buradan hareketle özellikle Avrupa ile yakın ilişki içerisinde bulunan Osmanlı’da hangi kerte demokratik trend çizgisinin başlangıcı olabilir, onu belirlememiz gerekiyor.

Avrupa için bu çizgi Atina Demokrasisi’ne kadar götürülebilirse de modern demokrasi ile arasındaki zamansal uçurum, bu iki desenin aynı çizgide olduğu kabulünden uzaklaştırıyor. Bunun için demokrasi öncesi ve modern demokrasiyi hazırlayan Rönesans, hümanizm ve Aydınlanma gibi büyük sosyolojik değişimlerden başlanması daha makul gelmektedir.

14. ve 17. yüzyıl arasındaki periyodu kapsayan Rönesans süreci, doğrudan modern demokrasiye neden olmasa da modern demokrasinin üzerinde yükseldiği halkın egemenliği, hukukun üstünlüğü, hümanizm gibi “anahtar fikirlerin” zemin bulduğu bir vetire olması hasebiyle başlangıç noktası addedilebilir. (Bu başlangıç noktası kimileri için yazının buluşuna kadar götürülebilir. Hiç şüphesiz tarihsel açıdan kayda değer, kültürel kümülasyona nitelik ve momentum kazandıran birçok nokta bulunmaktadır; dileyen start çizgisini oraya çekebilir. Ben, kendi siyasi tarihimiz için uzun, insanlığın tarihsel gelişimi için kısa bir trend kanalı belirlemek maksadıyla bu noktanın Rönesans olabileceğini düşünüyorum ve oradan başlatıyorum.)

Sözgelimi Rönesans’ın merkezi sayılabilecek Floransa şehir devletinde, vatandaşların karar alma süreçlerine dahil olabilecek bir sistemin gelişmesi, Atina’dan beri uykuda olan demokratik bilinci uyaran sarsıcı bir gelişmedir. Nitekim Fukuyama da “Siyasi Düzenin Kökenleri” kitabında Rönesans’ın sonunda modern liberal demokrasinin gelişmesine yol açacak bir sürecin başlangıcı olduğunu öne sürmektedir.

Peki Avrupa’da yaşanan mezkur büyük gelişmelerin Osmanlı’da yankısı ve etkisi ne zaman gözükmektedir? Bunun cevabını yüksek lisans tezimde Lale Devri olarak işaretlemiştim;

“İsmini, o dönemde güzel sanatların, edebiyatın ve Batılı reformların simgesi haline gelen Lale çiçeğinden alan Lale Devri, İran seferlerinde başarısız olunması ve bazı saray çevrelerinin ‘Frenk tarzına’ karşıtlığın neticesi olarak 1730 yılında bitmesine rağmen, yeni bir dünyevilik, aydınlanma, rasyonel bir araştırma duygusu ve liberal reform dönemini açmıştır.”

Frenk karşıtı gruplar Lale Devri’ndeki reformasyonun akim kalmasına neden olsa da “yenilik” III. Selim döneminde ivme kazanmış, Tanzimat Fermanı ile de ayyuka çıkmıştır. Tanzimat, birçok tarihçi açısından Osmanlı Rönesansı’dır. 

Şu halde Avrupa’da yeşermeye başlayan hümanist fikirler, iki yüzyıl sonra Osmanlı’ya da intikal etmiştir. Binaenaleyh modern demokrasinin öncüsü olan fikirlerin zemin bulması start noktası olacaksa şayet, Osmanlı ve Türkiye özelinde bu başlangıcın Lale Devri olması gerekir.

Tekrar ediyorum; bu start tamamen keyfi kanaatimdir. Nitekim borsada da durum biraz böyledir. Trend çizgisi de fibonacci dizisi de yukarı doğru trendin başladığı noktadan itibaren alınır. Malum noktanın belirlenmesi keyfilik ve sübjektivite içerir; yükselen trend aşağı yukarı bir yerden başlatılır.

“Padişah III. Ahmed döneminde gerçekleşen Lale Devri, geleneksel olarak 1718-1730 tarihleri arasında yaşanan on iki yıllık süre olarak bilinse de III. Ahmed’in 1703 yılında tahta geçişiyle birlikte başlayan yenilikler dönemi olarak nitelendirildiğinde bu süre 27 yıl olarak değerlendirilebilir. Barış dönemi olarak da adlandırılan bu dönemde Avrupa ile ilk defa ciddi kültürel alışverişler yaşanmış, Batılılaşma (modernleşme) yönünde ciddi reform adımları atılmıştır.”

Lale Devri, Frankofon karşıtları tarafından akamete uğratılmışsa da reformasyon düşüncesi bir kere bünyeye zerk olunmuştur. III. Selim, eğitim, bürokrasi ve vergilendirme alanında birçok ıslahat yapmış, yeni bir ordu kurmuştur. Teknolojik ve bürokratik reformlara haklar teorisi ve hümanizm çerçevesinde yeni boyutlar katan Tanzimat Fermanı ile ıslahatçı anlayış devam etmiş; Meşrutiyetin ilanı ile tavan yapmıştır.

II. Abdülhamid’in meclisi kapatmasıyla mutlakiyetçi bir idareye dönüş, “demokrasi piyasasında” sert satışların meydana gelip seviyenin düştüğünü göstermektedir;

Grafikteki her yeşil mum Batılılaşma ve dolayısıyla modern demokrasiye yaklaşma konusunda yapılan reformları temsil ederken, kırmızı mumlar ise geriye gidişi ve yükselişin tersine döndüğü olayları imlemektedir. Örneğin I. Meşrutiyetin ilanı sonrası gelen ilk kırmızı mum, oldukça sınırlı ve zayıf da olsa temsil fikrinde geriye gidiş anlamına geldiği için meclisin kapatılması olayını temsil edebilir.

Şüphesiz bu geriye gidiş ve aşağı yönlü ivme, geri dediğimiz noktanın sözgelimi III. Selim noktasına kadar gittiği anlamına da gelmemektedir. Demokrasi trendi II. Abdülhamid dönemindeki mutlakiyetçi ve otoriter eğilimlerle satışlar yemektedir ancak hala yükseliş kanalındadır. Zira rejim fiilen mutlakiyetçi karakterde olsa da her yıl düzenli olarak yayınlanan salnâmelerde Kanun-u Esâsîye yer verilmesinden anlıyoruz ki meşruti görünümü şeklen ve teoride de olsa sürdürme gayreti vardır.

Bu 30 yıllık geri gidiş 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla son bulur. Hürriyet, adalet ve müsavat sloganları İslambol’u inletmektedir. 1908 ila 1913 arasında yaşanan bu kısa özgürlük vetiresinin karşısına İTC diktatörlüğü dikilir; temsiliyet ve halkın egemenliği bir satış daha yer. Ta ki I. Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 sonrasındaki Kongre İktidarları ve Ankara Meclisi’ne (1920) kadar. Savaş şartlarında bile mecliste alınan her kararın müttefekun aleyh alınması önemli bir ivmelenmedir.

Grafiğin ilk mumlarına nazaran değişimin ve yönün daha hızlı ve sık olmasının nedeni, kitlesel iletişim araçlarındaki devasa yenilikler ve bunların yaygınlaşmasıdır. Durağanlığın sürekliliğine modern dünyada artık rastlanmamaktadır. İletişim hızlandıkça değişim potansiyeli artıyor. Zira hız arttıkça periyot kısalıyor.

Yeni cumhuriyetin kurulmasından sonra demokrasi trendi satışlar yese de yükselen trendinde kalmaya devam edecektir.

Modern demokrasi kanalının cumhuriyet evresindeki alım ve satışlarını bir sonraki yazıya bırakıyorum… Bu yazıyı esas için mukaddime varsayabiliriz.

Arabesque ve Protesto

Genetik mirası saymazsak, pederden kalan iki alışkanlığım var: Arabesk ve çay tüketimi. Kendisi koyu bir Orhancıydı rahmetlinin… Zift gibi çay (bir iki damla sıcak su ya var ya yoktu), sigara ve Orhan’ın şarkılarından oluşan trio, pederin kesif efkârının süreğen arka plan unsurlarıydı… Evet bu arka plan malzemelerinin hiçbiri hiçbir zaman asıl olamazlardı. Ne kadar fazla yer tutuyor görünüyor olsa da insan için aslolan her zaman zihnindeki müşevveşiyeti gidermek; sorularına cevap bulup, kendini teskin etmektir…

Müslüm’ü, Ferdi’yi, Cengiz’i, Hakan Taşıyan’ı da dinlerdi fakat bunları genelde Ankara’nın sürekli arabesk çalan radyolarından olan Megasite veya Aşk FM’i dinliyorsa dinlerdi. Husûsen, CD oynatıcı üzerinden bir şey açacaksa Orhan’ı çalardı. O zamanlar tabii MP3 CD’ler çok modaydı. Tamamı Orhan’ın parçalarından oluşan CD’leri vardı. Arabesk eşittir Orhan’dı…

Hoş, Orhan’ın kendisi, kendini arabeskçi olarak tanımlamaz. 1982’de yaptığı bir röportajda yaptığı müzik türünün arabesk olduğunu reddeder. O yıllarda bu tutum anlaşılabilir tabii. 80’ler, 90’lar ve hatta 2000’li yılların ortalarına kadar arabesk sıklıkla varoşluk ve lümpenlikle ilişkilendirilen bir müzik türüdür. Yüksek sanat çevrelerinde arabesk sanatçısı olarak anılmak Gencebay’ın rahatsız olduğu bir durum olmuş olabilir.

Orhan yaptığı müziğe ‘Türk müziğinin özgür icrası.’ der. Eh, arabesk de zaten Türk müziğinin ‘Arap esintileri’ taşıyan özgür icrası değil mi?

Arabesk, Arap müziği değildir zaten. Arap müziğinde ve özellikle Mısır müziğinde kullanılan ezgilerin olduğu, Doğu enstrümanlarının kullanıldığı, Türkiye’ye özgü bir müzik türüdür…

Arabeske dair ilk dönem sosyolojik analizlerin tamamı Kemalist entelijansiya ve akademyanın tasallutu altındadır. Bu analizlerin mahiyeti oldukça üstenci, provokatif, aşağılayıcı ve eleştireldir.

Arabesk, Türk sanat müziğinden acınası bir sapma olarak değerlendirilir. Uzun süre, köyden kente göçün sonunda oluşan gecekondu hayatı, dolmuş kültürü, varoşluk, lümpenlik, isyan ve kadercilikle ilişkilendirilerek, belirli bir sınıfa -özellikle alt sınıflara- hasredilir. 

‘En çok dinlenen müzik türü’ olan arabeskin belirli bir sınıfa ait bir müzik türü olduğu iddiası, müzik türü ile zeka arasında korelasyon kuran, belirli bir müzik türünü dinleyen insanların daha aptal/zeki olduğunu, bazı müzik türlerini dinlemenin IQ artırdığını iddia eden popüler bilim saçmalıklarına benziyor.

Bir tür müziği çok seviyor olmak, başka bir tür müziği de çok sevmeyi engellemiyordu. Gecekonduda yaşayanların ya da Güneydoğu’dan gelmiş ikinci kuşak göçmenlerin, arabeski şehrin başka bir kesiminde yaşayanlardan ya da farklı bir bölgeden olanlardan daha fazla tercih etmeleri söz konusu değildi. Belki de belirleyici olan, hem halk müziği hem de arabesk müziği tercih eden insanların oran olarak fazla olmasıydı. Müzikal tüketim kalıplarını belirlemenin zor olmasına ve tam olarak sayılara dökülememesine rağmen, (çünkü arabesk dinleyen ya da seven herkesin kaset alacak, koleksiyon yapacak parası olmayabilir) insanların aynı zamanda birkaç farklı müzik türünü dinlediğini ve kendilerini bu türlerle bütünleştirdiğini göstermektedir. Bu yüzden arabesk, bütün şehirde varolan belli bir grubun, sınıfın kültürel malı olarak tanımlanamaz.

Arabeskin gecekonduyla bağdaştırılması, müziği kimin ürettiği ve kimin dinlediği üstüne isabetli bir sosyolojik açıklama olarak değerlendirilmemeli, metaforik bir iddia olarak alınmalıdır.

Türkiye’de Arabesk Olayı – Martin Stokes

‘Arabesk dinleyenler vatan hainidir’ ve ‘Arabesk yavşaklığından utanıyorum’ diyen Fazıl Say’ın bu herzeleri savurma nedeni ‘Tersine Oryantalizmin’ yarattığı ‘miskin, cahil, iğrenç, dindar Doğulu’ imajıyla ilgilidir. Beyaz Türkler için arabesk, Doğuluların utandırıcı müziğidir.

Halbuki arabeskin ortaya çıkışı, birçok alanda patlayan Kemalist endoktrinasyon ve toplum mühendisliğinin, toplum ve müzik ilişkisinde de başarısızlığının sonucudur. Radyolarda TSM çalınmasını yasaklayan, insanların müzik zevkini ‘belirlemeye’ yeltenecek kadar totaliterlik sevdasında olan Kemalist iktidara karşı protestonun ta kendisidir. (Tabii burada kastettiğim, sınıfsal, proleter bir protesto değil.)

‘Arabesk, And dağlarından inenlerin Lima’da popülerleştirdiği Chicha ya da Fransa’daki Cezayir göçmenlerinin Rai müzikleri gibi iç göçün yarattığı, isyan vurgusu kuvvetli özgün bir sentez ve “şehirli” bir müzik biçimiydi.’

Arabesk, vatan hainliği, Türk Oryantalizmi – Şükrü Hanioğlu

Arabesk düşmanlığı, Arap düşmanlığıyla çok yakından ilişkilidir. Cumhuriyet sonrası gerçekleşen bütün devrimler Arabın dininden uzaklaşmak için yapılır. Arabı ve dinini hatırlatmasın diye, alfabe devrimi, gardrop devrimleri, müzik devrimi yapılır. Kimisi başarılı olur, kimisi fiyasko fakat temelde arabesk olana yani Arap esintisi taşıyan herhangi bir şeye olan düşmanlık, Arabın dininden uzaklaşmak maksadını taşır. O yüzden Özallı yıllarda sık sık arabesk müzik kültürü ‘irtica’ ile ilişkilendirilir.

Kafasına şapka takıp, bin yıldır kullandığı alfabeyi değiştirdiğinde ‘modernleşeceğini’ düşünen mukallid zarganaların yarattığı boşluğu halk, kendi ürettiği alternatiflerle doldurur. 

Arabesk olarak bilinen yeni müzik formunun yükselişinden başka hiçbir şey İslam ve ortak Osmanlı mirasını daha fazla belirtemezdi. Bu durum, Kemalist elitin husumetini yeniden alevlendirdi. Göçmenler yavaş yavaş büyük kent merkezlerine, Cumhuriyetçi muhafızların ebediyen tasfiye edildiğini düşündükleri “geleneksel” kültür ve müziği tanıttılar. Birçok Anadolu göçmeninin kafasında müzik, kıyafet ve edebiyat tercihleri, devletin resmî ve köklü bir biçimde farklı bir yüksek kültürü dayatmasına karşı bilinçli bir direniş ve isyandı. Arabesk şarkılar, Türkiye’nin henüz doğmuş kapitalist ekonomisinin geniş, fakat marjinalleştirilmiş kesimlerinin içinde yaşadığı modernleşmenin acı ve zorluklarını yansıtmaya girişti. Şarkılar yeni gelenlerin kendi ülkelerinde “yabancı” oldukları biçimindeki hissiyatını dillendirdi; şarkıların sözleri yoksulluk, sosyal akışkanlık ve yabancılaşmayı vurguladı. Müziğin diğer ortak bir teması ise kenti hem bir fırsat mahalli, hem de yozlaşma ve çözülme mekâni olarak sunmasıydı.

1990’ların başlarına kadar arabesk müzik, devlet radyo-televizyonlarında resmen yasaklandı, çünkü Kemalist devletin teşvik etmeye çalıştığından farklı bir kültürel normlar dizisi kullanıyordu.” Cumhuriyet rejimi, radyo vasıtasıyla tekbiçimli duyumsamalar ve zevkler oluşturmak için müziği bir araç olarak kullanmaya teşebbüs etti. Devlet radyosu, bir Avrupalı kimlik oluşturmaya ilişkin Kemalist gündemi Türklere kabul ettirmek için düzenli biçimde klasik Batı müziği yayınladı.” Ancak, kentli yoksul Türkler ya radyolarını kapattı, ya da kendi zevklerine daha yakın olan Mısır popüler müzik yayınlarına ayarladı. Kent hayatının İslamileşmesiyle birlikte, Osmanlı klasik müzik mirasını öne çıkaran yeni bir müzik formu gelişti. Arabesk şarkıcıların ikinci kuşağının kökleri köy kültüründe olsa da, Türkiye’de kırsal ve kentsel kültüre köprü olan melez bir müzik oluşturdular.’

Modernleşen Müslümanlar – Hakan Yavuz

Velhasıl, arabesk bir müzik türü olmaktan ziyade artık toplumsal ve kültürel bir varoluş biçimidir…

Cliché ve Logos

Önce Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.

Yuhanna, 1

Yasin Aktay’dan Hermenötik dersi aldığımız hengâmda bize kendi yazdığı ‘Önce Söz Vardı’ serlevhâlı kitabı okutmuştu. Daha doğrusu bütün bir hermenötik dersini bu kitap üzerinden yapmıştık. ‘Önce söz vardı’, yukarıda alıntıladığım üzere Yuhanna İncili’nin başlangıç cümlesidir. Hermenötik faaliyet, Tanrı ‘sözünün’ insanlar arasında ‘doğru anlaşılmasını’ sağlayan bütün çabaların adıdır. Örneğin İslâmî ilimlerden ’tefsir’ disiplini, bir hermenötik yapma biçimidir; Tanrı’nın ne demek istediğini yorumlama ve anlama işidir.

Hermenötikle ilgili Independent Turkish adresinde daha detaylı şeyler yazmıştım. (Bkz; Hermenötik ve ilahiyat). Burada niyetim hermenötikle ilgili bir şeyler yazmak değil…

Bu yazı, ‘düşünce’ ve ‘sözün’ inşâ ettiği şeylerin, insanın ve eşyanın tabiatına ne kadar uyumlu olduğu ve bunun insanın diğerleriyle olan iletişiminde yarattığı zorluklarla ilgili… Zaten bundan yaklaşık iki ay evvel yazdığım yazı olan ‘Sadeliğe Açılan Savaş’ da bu sorgulamanın bidâyetinde aklıma gelen ilk şeylerdi.

Söz, yekten tarif edilebilecek bir konsept gibi durmuyor esasen. Birçok dilde, söze karşılık gelen kelimelerdeki anlamsal karmaşa da bunu doğruluyor. Misalen, Yunancada (bugün bizim bilim dallarının adlandırmasında sonuna eklediğimiz -logia ekinin kökeni olan) logos kelimesi, hem dili (seslendirilmiş anlam) hem de düşünceyi ifade eder. Logos, hem düşüncedir hem de dildir. Aynı şey Arapçada da geçerlidir. Nutk (nutq/نطق); hem düşünce -ki mantık kelimesi de buradan türer- hem de dil anlamına gelir.

Aristo’nun ‘İnsan hayvan-ı nâtıktır.’ ibaresini hem ‘İnsan konuşan hayvandır.’ hem de ‘İnsan düşünen hayvandır.’ şeklinde tercüme etmemizin nedeni, dil ve düşünce arasındaki işbu kafa karıştırıcı ilişkidir. Saussure ‘konuşmak ve düşünmek bir kağıdın iki yüzü gibidir’ der; dolayısıyla birini diğerinden ayırmak oldukça güç…

Burada tabii dil-düşünce ilişkisini, ‘dil mi önce gelir, düşünce mi önce geliri’ tartışacak değilim. Bunlar dil felsefesinin klasik tartışmaları…

Beni rahatsız eden, düşüncenin ve onun performans aracı olan dilin kurduğu dünyanın, insanlara, içgüdülerine göre hareket eden hayvanlara nazaran çok daha zor bir hayat inşâ ettiği gerçeği…

Başa dönersek… Sözün çok kıymetli, inşâî bir faaliyet içeren yaratıcı bir güç olduğu su götürmez bir hakikat. Hristiyan teolojisinde yukarıdaki ayette bahsedilen Söz’den kasıt, Hz. İsa olsa da, burada kastedilen sözün; ‘sözün kendisi, adlandırma, düşünce’ olduğu da söylenir. Zira Hz. İsa, Allah’ın ‘Ol!’ sözünün karşılığıdır. Sözün insan biçimidir. Cevher ve öz yine sözdür…

Binaenaleyh, Söz’ün somut karşılığı İsa olsa da, ‘sözün özü’ söz/düşünce/kelam denen şeyin ta kendisidir. 

Allah’ın bütün kevniyat ve oluşları ‘Ol!’ sözüne bağlaması da sözün nasıl bir başlangıç teşkil ettiğini ispat ediyor. Evet ‘Önce söz vardı.’, bunu anlıyoruz.

Gelgelelim, mutlak ve her türlü hatadan münezzeh olan Tanrı’nın aleminde karşılığı son derece kesin olan Sözün, beşerî alemde inşâî (yapıcı) olduğu kadar ihrâbî (yıkıcı) bir tarafı da var. Hatta bu yönü belki de daha ağır basıyor.

Burada bir mütekabiliyet problemi var gibi geliyor…

Mutlak olmayan, arîzî bir varlık olduğu için insan, eksik/gelişkin olmayan bir düşünce yapısına sahip. (O da tabii sağlıklı sosyalleşebilirse). Bu eksikliği başka bir eksiklikle şeddeleniyor. Nasıl? Düşüncenin/sözün/nutkun/logosun performans alanı olan dile (sesli ifade) aktarımında yaşanan veri kaybı; zaten sınırlı, eksik ve mukayyed olan aklî süreçlerin ürünü olan düşüncenin, bir sonraki aşamada yapıcı etkisini daha da fazla kaybetmesine neden oluyor.

Düşünce, dil ile dolayımlanıyor. Adorno buna ‘yönelimsel dil’ diyor mesela. Söz, beşeri dil ‘ortamına’ düştüğünde mutlaklığını kaybediyor ve yönelimleniyor. Gündelik iletişimin aracı haline geldiğinde acınası bir duruma düşüyor. 

Düşünce, dilde tam karşılığını bulamıyor ve burada Adorno’nun ‘yönelimsellik’, benimse ‘mütekabiliyet problemi’ dediğim şey ortaya çıkıyor. Söz, insana indiğinde birinci seviye kaybını, insandan insana aktarılırken de ikinci seviye kaybını yaşıyor. Dolayısıyla yaşanan bu çifte seviye kaybı, sözün inşâî yapısını bozuyor olabilir.

Öyle ya, Allah, Adem’e eşyanın isimlerini öğretmişti. Biz bu noktadan itibaren çok karıştırmış olabiliriz…

Doğru isimlerin yani sözün tam karşılığı olan şeylerin, hem sözünü, hem sesini bozarak başka bir dünya yarattık. Tıpkı kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi, işin nihayetinde başlangıçta olan sözün çok uzağında bir şeyi telaffuz eder hale geldik. 

Bu yanlış söz, klişe oldu ve yayıldı. Yanlışı yanlışla çarparak daha yanlış bir anlam dünyasının içine düştük. 

Baştan yanlış klişelerin temelinde yükselen anlam dünyasında, her ne dersek diyelim sözü(müzü)n bir türlü istediğimiz yapıcılığı sağlayamamasının nedeni bu olabilir mi? Çünkü söz diye kullandığımız klişeler var ve bu klişeler tam anlamıyla yanlış bir ‘karşılık’.

Peki yapıcı gücünü kaybetmiş söz yerine ne yapmalı? Sözsüzlüğe ve sessizliğe mi sığınmalı? Sözün gümüş, sükûtun altın olduğu yer burası mı?

Açıkçası bilemiyorum…

Adorno, ‘sadece’ müziğin yönlendirme yapmadığını, sadece müziğin Ad’ı canlandırmaya çalıştığını söyler;

Müziğin dili, yönelmişliğin dilinden oldukça farklıdır. Onun teolojik bir boyutu vardır. Söylemesi gerekeni eşzamanlı olarak açığa vurur ve gizler. İdesi, şekil verilmiş tanrısal Ad’dır. Mitten arındırılmış, etkili büyüden kurtulmuş duâdır. Anlamları iletmeye değil, Ad’ı canlandırmaya yönelik, her zamanki gibi başarısızlığa yazgılı insâni çabadır.

Adorno, T. / Müzik ve Dil

O halde Adorno’ya tâbî olup yazıyı yazarken dinlediğim ‘müziği’ ekleyerek karşılık vereyim bu yıkıcı klişelere

Sadeliğe Açılan Savaş

Basitlik, bir vasatlık göstergesi olarak addedilir. Bu, mefhûm-u muhâlifinden istihrâç sûretiyle tefsir edildiğinde bir konseptin, karmaşıklaştıkça daha önemli ve âlî olduğu anlamına gelir. Halbuki komplikasyon, tıb ıstılâhındaki menfî kullanımını haklı çıkaracak şekilde çoğu zaman istenmeyen şeylere neden olur. Komplikasyon, karmaşıklaşma ve çetrefilleşme, esasen istenmeyen şeylerin en bâriz vasfıdır.

Basit ve sade olanın zerâfeti göreceli olsa da zerâfetten çok daha önemli olan şey sâde olanın ne verdiğini veya ne istediğini apaçık belli etmesidir. İşlevi, misyonu, verdiği, verebileceği, kapasitesi ve istidâdı neyse herhangi bir yardımcı araca ihtiyaç duymaksızın çıplak bir şekilde kendinde gösterir. Yorum yapmanıza gerek kalmaz.

Yorum yaptıran, te’vil ettiren şey sizi yorar ve tedirgin eder. Çünkü yanlış olmak ihtimali vardır. Muamma arttıkça çözülecek şeylerin sayısı artar, sayı artıkça yanlışa düşmek nisbeti de öyle…

Burada kastedilen gizem ve esrara karşı kesin ve apaçıklığın kıyası değildir. Sade bir şey de pekâlâ bir gizin konusu olabilir. Karmaşık ve komplike olandan maksad, gösteren ile gösterilen arasında uyumsuzluk; illiyet bağının kolay kurulamamasına neden olacak absürt katmanlaşmalardır. Yani temelinde sade ve basit olan bir şeyin üstüne eklenegelen anlam tortularının onun yapısını bozarak faz değişimine neden olmasıdır.

Bakınız, belirsizlik/müphemiyet de karmaşıklaşmayı anlatmamaktadır. Müphem olanda belirsiz bir şey vardır ve bu belirsiz şeyin mahiyeti yalın bir şey olabilir. Oysa karmaşık (complicated) olanda ifade edilen veya gösterilen şeyin doğru olup olmadığını anlamak için arizamik bir tahlil ve soruşturma gerekir. Kaldı ki anlam katmanlarından herhangi birisinin yanlış yorumlanması, yanlış sonuç için yeterlidir.

Peki, sade ve basit şeyler nerede karmaşıklaşmaktadır? Esas soru bu olsa gerek…

İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” diye veciz bir söz rivayet edilir; Hz. Ali’ye nisbet edilen… Sözün vecazeti bir yana “vecazet” denen şeyin temelinde sadelik ve basitliğin -avamın tasavvurunun aksine- çok şey söyleyebildiği hususu olduğudur.

Belki de karmaşıklaşmayı ve komplike hale gelmeyi, eşyanın/şeylerin vecazetini yitirmesi olarak anlamak daha kolay olacak. Yani sadelik ve besatetin, kendinde gösterdiği apaçık manayla yetinmeyerek üstüne anlam eklemek; onun üstüne bir anlam katmanı daha ve keza… Noktayla yetinmeyip çoğaltmak, sözü retoriğe çevirmek; retorik üstüne retorik kurmak…

Anlamı katmanlaştırmak, gösteren ile gösterilen arasındaki anlamsal yolu uzatmak, dolandırmak ve nihayet anlamın kendini yitirdiği bir labirente dönüştürmek.

Sadeliğin karmaşıklaşması, göstergebilim muvacehesinde dilde böyle olurken, toplumda da aynı şekilde gerçekleşir. Zira toplumu kuran dildir. Dilde sadelik ve basitliğin kaybı sosyal ilişkileri de karmaşıklaştırmaktadır. Doğasında içgüdüler ve temel istekler bulunan ve bu basit güdülenmelerle hayatını idame ettiren insanın, dilde ve üyesi olduğu toplumda sadeliği kaybettiğinde bu basit istek ve ihtiyaçlarını gidermesi de zorlaşır.

Toplum, koca bir abartı olan anlamsal ve retorik yüklerden kurtulamadığı için temel isteklerini karşılayamayan insana, daha fazla retorikle döner. Her artı anlam, esas olandan biraz daha uzaklaştırır. Nihayet, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile abartılı anlam ve retorik kümeleri içinde savaşmak zorunda kalır.

Sadelikle savaş, insanın kendisiyle savaşıdır…

Katılımcı Demokrasinin Fıkdanı

Üstad Şükrü Hanioğlu, 2013’te yazdığı ‘Sandık – demokrasi, vesayet – çoğunlukçuluk‘ başlıklı yazıda, Kemalist ve vesayetçi bürokratik modernleştiriciliğin karşısına çıkan kalkınmacı muhafazakar bloğun da ‘demokrat’ olmadığını ifade etmiş. El-hak öyle!

Türkiye’de demokrasinin oldukça kırılgan olmasının nedeni, seçim ve halkın egemenliği paradigmasının –dünyanın diğer bölgelerine kıyasla– erken taraftar bulmasına rağmen, katılımcı demokrasiye dönüşecek kemmiyet ve keyfiyete ulaşamamasıdır.

Yoksa, vesayetçi Kemalistlere karşı sözümona ‘millî iradeyi’ ve demokrasiyi temsil etmek iddiasıyla ortaya çıkan muhafazakâr iktidarların günün sonunda, demokrasiyi –tıpkı diğer her şeyi olduğu gibi– kendi siyasal entitelerine alan açmak için istismar edip, Kemalist bürokratik vesayetçiliğe ancak ‘rakip’ hâle gelmesini ve aynı otoriterliğin bir başka rengine dönüşmesini nasıl açıklayabiliriz?

Milleti, kendi materyalist projesinin mühendislik nesnesi gören, ona danışmayı ve onun katılımını elitist hissiyatına yediremeyen Fransız mukallidi cumhuriyetçilere lanet ederken, çoğunluğun verdiği yetkiyi dikey ve yatay bütün alanlara denetimsiz ‘dikte etmek’ zanneden tramvaycılara maruz kaldığımızda ne diyebiliriz? Hâliyle demokratik olmayan cumhuriyetçilik, oyokratik muhafazakarlıkla karşılanıyor.

Bunlar hakikaten de birbirinin rakibi ve alternatifidir fakat asla biri diğerinin fevkinde değildir.

Demokrasi, ona ihtiyaç hissettirecek zorunlulukların sevkiyle ortaya çıkar. Nitekim Batıda öyle olmuştur. Türkiye ve benzer Doğu toplumları daha çok giydirme ve uydurma yöntemlerle demokratikleşmeye çabalar. Uydurma derken, fiksiyon değil, arkaplanı nesneye uydurma ve vice versa. Bir anlamda PhotoShop işlemi yani.

Mesela İhale Kanunu diye bir kanun çıkarıp, yüzlerce istisna ekleyerek kanunu işlemez hale getirmek, böyle bir uydurma/giydirme işlemidir. Kanunsuz, amorf bir ameliyeyi o hâlde, boşlukta bırakmamak için kanun giydirmek, hâlâ olmuyorsa istisnâyla uydurmak. Halbuki o iş için ne kanuna ihtiyacı var ne istisnasına. Kitabına uyduruyor.

Zorunlu değil zoraki… Demokrasi de zoraki olduğu için ‘uymuyor’; bu PhotoShop işlemi çok belli oluyor. Demokrasi, kendisini hak etmemiş toplumlarda Türkiye’de olduğu gibi ‘oyokrasi (votecracy)’ zannediliyor.


“Ancak burada önemli olan “demokrasi” ve “katılım” taraftarı muhafazakâr pozisyonların özde “demokrat” pozisyonlar olmaktan ziyade “çoğunluk”u arkasına alarak yukarıdan aşağıya yürütülen toplum mühendisliğine karşı çıkmayı hedefleyen “savunmacı” tutumlar olmasıdır. Bu nedenle de kalkınmacı muhafazakârlık “katılım”ı, bilhassa iktidarda olması durumunda, “çoğunlukçuluk” olarak yorumlamaktadır.

Bu açıdan bakıldığında “ideal” demokrasisi sandığın sınırlı konularda iktidar sağlaması, diğer alanlarda ise son sözü bürokrasinin söylemesi olan modernleştirici yaklaşıma karşı çıkan kalkınmacı muhafazakârlığın sunduğu alternatif, seçimin her alanda dikey karar alma ve uygulama yetkisi vererek “siyasî aktörler” dışında toplumsal grupları muhatap almayan iktidar yaratacağı bir yapıdır.”

https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2013/09/01/sandik-demokrasi-vesayet-cogunlukculuk

Devam Edebilmek…

Koca bir boşluk… Boşluk yalnızlığı içkindir. İçeride sizin bile olmadığınız, kendinizi bulamadığınız; geniş fakat hareket edemediğiniz bir alana benzerken, burada bütün saiklerin, motivasyonların, güdüleyen planların boşa çıktığı bitişik anlar silsilesini tecrübe edersiniz.

İzlemek ve oturup beklemek… O beklemek ki âna sıkışır, lâhza lâhza geçmek bilmeyen bir zamana dönüşür. Zamanın daha da bölünemeyen parçasında can sıkıcı bir sessizlikle karşı karşıyasınızdır. 

Binaenaleyh, sessizlik her zaman teskîn etmez. Belki de bu sükûndan sıkılmışsınızdır. Ne var ki sükûnu bozmaya yeltendiğiniz, onu tahrik etmeye çalıştığınız her dem sonuçsuzluğa mahkûm olur. Geri döndüğünüzde boşluk daha büyümüş, beklerken doldurduğunuz umut bataryaları tam dolmadan çıkardığınız ve bunu sürekli yaptığınız için çürüme ve yozlaşmaya yüz tutmuştur. Zamansız girişimleriniz, zamana gayr-ı tabii müdahaledir; olmayacak şeyi oldurmaya çalışan cılız hamlelerin yarattığı hasar ise kendisi kadar cılız değildir…

Umûdu, geri dönüşüm kutusuna gitmiş ve fesâda uğramış çöp unsurları geri getirmeye ve kurtarmaya çabalayarak tekrar yüklemeye (reload) çalışırsınız. Yazık ki, bunlar tamir edilemez unsurlar ve çoktan klişeleşmişlerdir. İstediğiniz sonucu alamamanız sonuçsuz olduğunu anlamına gelmez, bilakis, derin psikolojik sonuçları tevlîd etmeye müstaittir. Lehte bir sonuç beklerken, aleyhte tezâhürlerle karşı karşıya kalabilirsiniz. 

Sadece umudun inkisârı değil, gradonun da inkisârı gibi istenmeyen pek çok yan etkiyi intâc edebilme imkânı yeterince korkutucudur. Boşluğu doldurmaya, sessizliği kırmaya çalıştığınız bütün zamansız eylemler, daha büyük bir boşluk, daha büyük bir sessizlik, daha büyük bir umut ve itibar kaybı ile neticelenecekse şayet, geri dönüşüm kutusunu tamamen boşaltmayı, geri döndürülemez bir silişi gerektirmez mi? Elcevab; behemehal!

Binâenalâhâzâ, kullanılmış ve işe yaramadığı anlaşılıp çöpe gönderilmiş bir parçanın artıkları bile yeniden gündeme gelmemeli; uzun süreli hafızanın derin çukurlarına gömülmelidir.

İnsan makine değil; derinlere gömdüğünü sandığı çöpleri pekâla hatırlayabilir. Bunlar tam da bahsi geçen boşluk ve sükûn hengâmınde hatırlanır; muhayyilenin provokasyonuyla zamansız girişimlere neden olabilir. İşte tam da bu anlarda döngüye düşmek tehlikesi meydana gelir. Döngü daireselliği ve zamansızlığı anlatır. Bunun size de bir şeyler anlatması beklenir. Döngü her şeye baştan başlayıp yine başa döndüğünüz gerçek tragedyadır. Boşluk, sükûn ve lahzaların hepsi dağılır. Ortaya çıkan şey sürekli tekrarlayan; muhayyilenin gerçeği kandırarak evirdiği simülatif ve kopuk bir gerçekliktir.

Döngünün trajedisi, tradejiyi gerçekten idrak ettiğiniz boşluk ve sükûn evresinden daha trajiktir…

Şu hâlde mutluluğu spontane, ansızın ve plansız gelişen yeni şeylerin ardında bekleyin. Hatta beklemeyin bile; beklemek o vehleyi ifsâd eder. O gelir çarpar size.

Hayatınıza devam edin.

Sekülerleşen Gençlerin Siyasi Eğilimlerindeki Değişimler

Independent Türkçe’deki ilk yazım yayımlandı. Daha önce akademik bir dergide yayımlanması için yazdığım makaleyi vazgeçip kendilerine gönderdim. Independent Türkçe editörü Merve Bayrakçı’nın yol göstericiliği ile başlangıç yaptığım bu yeni mecrânın hayırlı olmasını diliyor, kendisine teşekkür ediyorum.

….

‘Mustafa Kemal Atatürk’ten itibaren agresif laikliğin hakimiyeti, devletin dini alana karışmama sınırını aşarak çeşitli müdahalelerde bulunması ve toplum mühendisliği çalışmaları yapması mütedeyyin/muhafazakar kesimde dini duyguların bastırılmasına neden olmuştur.

Devletin, sekülerliğin politik veçhesi olan laikliği kendisi için gerçekleştirilmesi gereken bir ilke olarak görmekle kalmayıp, toplumu da tepeden inmeci, jakobenist politikalarla sekülerleştirme ve modernleştirmeye çalışması toplum tarafından karşılık bulmamıştır.

Binaenaleyh Türkiye, 20’nci yüzyıl boyunca hegemonik laikliği deneyimledi ise de toplum, kendisini devletin arzuladığı şiddette dinden soyutlamamıştır.

Pederşahi sistemin kaldırılması, kılık-kıyafet devrimleri, alfabenin değiştirilmesi, medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi kanunların tatbik edilmesi, toplumun sekülerleşmesini sağlamamıştır. Zira siyasal yapı ve kurumların kanunlarla laikleşmesi mümkünken, toplumların sekülerleşmesi için kanunlardan daha fazlasına ihtiyaç bulunmaktadır (Ertit, 2020: 86).

Esasen bu durum tam tersi için de geçerlidir. İran İslam Cumhuriyeti’nde olduğu gibi hegemonik laikliğin tersi bir istikamette hegemonik dindarlık veya zoraki desekülerleştirme çabaları da yine halktan karşılık bulamamıştır.

Nitekim iktidarların devlet aygıtını kullanarak toplumları sekülerleştirme veya dindarlaştırma (desekülerleştirme) yönünde arzu ettikleri sonuçlara ulaştıkları görünmemektir. Ertit’e göre (2020: 93)

Facebook’un (veya genel anlamda internet ve sosyal medya araçlarının) 10 yılda yarattığı sekülerleştirici etkiyi Kemalist hükümetlerin 80 yıldır tatbik ettikleri dayatmacı politikalar gösterememiştir. Aynı durum ‘dindar nesil’ söylemi için de geçerlidir.

AKP sonrası bizzat parti kurmayları tarafından dile getirilen ‘gençliği dindar bir şekilde yetiştirmeye yönelik’ söylem ve politikalar da -belli bir grubu etkilese de- genel anlamda başarılı olamamış, gençlerde daha çok sekülerleşme meydana gelmiştir.

Bu bağlamda makaledeki temel problemimiz Türkiye’deki gençlerde görülen sekülerleşme olgusudur. Dolayısıyla bu çalışmamızda AK Parti’nin ‘dindar nesil’ söyleminin tam hedefinde olan gençliğin siyasal eğilimlerinin nasıl etkilendiği ele alınacaktır.’

Yazı linki: https://www.indyturk.com/node/400501/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/sek%C3%BClerle%C5%9Fen-gen%C3%A7lerin-siyasi-e%C4%9Filimlerindeki-de%C4%9Fi%C5%9Fimler

Wael b. Hallaq – İmkansız Devlet Kitabının İncelemesi

Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi’nin yeni sayısı olan 15. sayısında Wael B. Hallaq’ın, İmkansız Devlet adlı kitabıyla ilgili değerlendirmem yayımlandı.

Hallaq, nev’i-şahsına münhasır bir akademisyen. Kitabında özetle, İslâmî bir siyasetin modern ulus-devlet koşulları içerisinde ortaya çıkmasının neden ‘mümkün olmadığını’ ortaya koymaya çalışıyor.

Bana göre İslâmî bir yönetim biçiminin imkânı şöyle dursun, bireysel olarak İslami bir yaşayışın kendini gerçekleştirmesi bile ulus-devlet ve Milliyetçiliğin olduğu yerde mümkün değildir.

Hallaq’ın da bunun ayırdında olduğu söylenebilir. Bu yüzden ‘Milliyetçilik ve devlet ikiz kardeş veya madalyonun iki yüzü gibidir.’ demekte; devletin kendi ‘metafiziğini’ bizzat Milliyetçilik ile yarattığını ifade etmektedir. Milliyetçilik, yeni ‘devlet’ anlayışının dinidir. Yerine geçtiği ise geleneksel örgütlü dinlerdir.

İslam’ın ‘sivil’ tarafının vurgulandığı en önemli eserlerden biri, İmkansız Devlet kitabıdır. İslam hukuku ve İslam düşünce tarihi uzmanı olan Wael b. Hallaq’ın ses getiren eserlerinden biri olarak üzerine kapsamlı değerlendirmeler yapılmayı çoktan haketmiştir.

İncelemeyi indirmek için tıklayınız: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1704012

İfade Özgürlüğünde Tekelleşme veya Politik Doğrucu Faşizm

Türkiye gün geçtikçe garip bir yer olmaya devam ediyor… Kavramlara ve değerlere ilkesel değil işlevsel yaklaşan; nalıncı keseri gibi kendine yontan, kendine tahsis eden ve kendi lehine yorumlayan birden fazla lümpen grubun kendi ‘vesayetini’ ikame etmeye çalışması, gündeme gelen her olayda yeniden ortaya çıkıyor. ‘Düşünce ve ifade özgürlüğü’ gibi ‘anti-dayatmacı, özgürlükçü’ değerlerden bile faşizm üretebilen bir realiteyle karşı karşıyayız.

En çarpıcı ve son örneğini, kamyoncu olması gerekirken akademisyen olmuş; kibir kumkuması, akademik etikten yoksun, düşüncelerini kritik eden birçok kimseye hakaret eden Mustafa Öztürk’ün bilinen herzevat ve türrehatına verilen tepkinin ‘linç’ ve ‘engizisyon’ olduğunu söyleyen lümpen özgürlükçülerin, ‘kendi yanlılıklarını’ söz konusu kavramlara nasıl da ‘yedirdiklerini’, bunların arkasına sığınıp kendi ifadeleri dışındaki ifadeleri ‘domine’ ederek bir tür vesayet dikte ettikleri söylemlerinde görüyoruz.

Türkiye’de kendini liberal zanneden ancak; esasında lümpen özgürlükçü (veya sosyal adalet savaşcısı/sjw) olan ‘güruhun’, toplumsal değerlerden ve toplumsal psikolojinin nasıl işlediğinden zerre nasibinin olmadığını sarahaten anlamış olmaktayız. Yoksa, toplumun neredeyse tamamının benimsediği ve kes(k)in bir şekilde inandığı bir bilgiyi (Kur’an’ın Allah’ın kelamı olması), nahoş, pejoratif ve hakaretamiz bir şekilde ‘yalanlayan’ birinin tepki ‘çekmemesini’ bekleyip, gündüz gözüyle rüya görenlerin (maladaptive daydreaming), realiteyi sağlıklı okuyabildiğini söylemek mümkün müdür?

Kamuoyunun, belirli bir ifadeye verdiği tepki, ifade içeriği ile genel kanının ne kadar uyuştuğuna bağlı olarak değişir. Bahusus inanç konularında, yaygın ve geçerli inancın aksine olan her ifade, tepkiyle, kınanmayla yani daha sert bir karşı-ifadeyle yanıt bulur. İfadenin hedef aldığı konu ne kadar önemliyse tepkiselliğin şiddeti de artar. Milyonlarca bireyin en temel inancına yönelik provokatif ve saldırgan bir ifade serdediyorsanız, buna verilen tepkisel ‘ifadelerin’ büyüklüğünü ve şiddetini hesap etmeniz gerekir. ‘Beni linç ediyorlar! Engizisyon mahkemesi kuruyorlar!’ minvalindeki ifadeleriniz gerçekle örtüşmeyen; apaçık tahriğinize seküler-kutsal mahfazalar aradığınız yakınmalardan ibaret hale gelir.

Nitekim Mustafa Öztürk’e verilen tepkilerin tamamı, ifade özgürlüğü sınırları içerisindedir. Bu tepkilerin bir kısmının kınayıcı, suçlayıcı ve şiddetli olması onların da birer ‘ifade’ olduğu gerçeğini değiştirmez. Tepkilerin kümülatif ve kalabalık olması Öztürk’ün linç edildiği anlamına da gelmez. Zira Öztürk’ün ifadeleri -içeriği gereği- milyonlarda ma’kes bulmaktadır. Linç, özneye fiziksel açıdan zarar veren veya vermeyi hedefleyen, meşru yargı kurumunu devre dışı bırakarak hüküm verme hakkını kendinde gören öfkeli bir grubun, somut suç çıktıları olan örgütlü eylemidir. Her kalabalık ve toplu karşıtlığın linç veya engizisyon olarak değerlendirilmesi, bu iki önemli kavramın aşınması ve içinin boşaltılması anlamına gelir.

(Kaldı ki burada ortaya çıkan şey linç kültüründen ziyade ‘tartışamama kültürüdür’. Bu ifade, linç kültürü ile tartışamama kültürünün beraber var olamayacağı şeklinde anlaşılmamalıdır.)

Öztürk’ün YÖK’ten ihraç talebi de bu minvalde değerlendirilmelidir. Birçok insanın talebidir ve nihayet ‘toplu bir ifadedir’. Yüksek öğretim erkinin kararının ne olması gerektiği ayrı bir konu olmakla birlikte, sözgelimi Öztürk’ün üniversiteden ihracının Öztürk’ün ifade özgürlüğünü ketmeden ne gibi bir tarafı bulunmaktadır? Negatif bir özgürlük olan ifade özgürlüğü, akademik ihraçla engellenebilecek bir özgürlük değildir. Öztürk, heretik görüşlerini ifade edebilecek onlarca kanala sahiptir ve ne devlet ne de bireyler tarafından engellenmektedir.

Esasında, yukarıda bahsi geçen kesimlerin Öztürk’ü ‘ifade özgürlüğü’ ile koruma gayretlerinin altında başka başka motivasyonlar yatmaktadır.

Kurancı (mealist), tarihselci, Maturidilik kisvesi altında İslam’la Milliyetçiliği te’lif etmeye çalışan Türk-İslamcı İlahiyatçılar gibi heretik grupların ortodoks Sünni İslamlığına yönelik büyük nefretleri meselenin asıl mihverini oluşturmaktadır. Öztürk’e olan tepki de toplumda en fazla karşılığa sahip olan Sünni cepheden gelmektedir. Heretik İslam’ın farklı gruplarını aynı safta buluşturan şey, Öztürk’e olan tepkinin ortaklaşa nefret ettikleri Sünni camia ve yorumcularından gelmesidir.

‘İfade özgürlüğü, linç kültürü, engizisyon’ gibi kavramlar ise mezkur nefretlerinin ambalajı olarak suistimal edilmektedir. Aksi halde, Cübbeli, İhsan Şenocak, Nurettin Yıldız gibi birçok figüre yapılan sosyal medya ‘linçlerinde’ de aynı tepkiyi verirlerdi. Oysa, bu lincin (!) bizzat uygulayıcıları kendileri oldular. Zaten bana göre bunların hiçbirisi linç addedilemez. İfade özgürlüğü ve eleştiri hakkı ‘herkes’ için geçerlidir.

Esas sorun, bu ülkede kendisini liberal diye tesmiye eden kimselerin bile sadece ‘kendi ifadeleri’ için özgürlük isteyip, diğer ifadeleri kendi vesayetçi anlayışlarına göre belirleyen/belirlemek isteyen politik doğrucu faşizmi nasıl ürettiğidir? Bu ülkede ne olmaktadır ki ‘çoğulcu, özgürlükçü’ olması gereken liberallikten dayatmacı zorbalık doğmaktadır? Esas üzerinde tartışılması gereken kanımca budur.

Türkiye’de ilkesel tutum sahibi olmada, ilkeye göre hareket etmede gözlenen isteksizlik, muhtemelen en büyük faktörlerden biridir. Zira en önemli değer ve ilkeler, araçsallaşmaktadır. İlkeye olan rağbet, ne kadar işe yaradığıyla pozitif korelasyon içerisindedir. Binanealeyh, ilkesel değil işlevsel bir yönelim mevcuttur. İfade özgürlüğü gibi önemli bir ilke, kendi yanlılığını kamufle etmek ve aynı zamanda diğer ‘ifadeleri’ sindirmek ‘işlevi’ itibariyle sık sık kullanılmaktadır. Tıpkı iktidarın, demokrasi, hukukun üstünlüğü, darbe karşıtlığı gibi önemli ilkeleri, anti-demokrasi, hukuksuzluk ve bir çeşit siyasal darbe üretmek, muhalifini, daha doğrusu siyaseti yok etmek için kullanması gibi…

Bu ülkede en medeni kavramlarla en bedevi uygulamalar tatbik edilmekte; güzel ambalajların içi, rezil ve kokuşmuş unsurlarla malamaldir. Bunda en önemli pay, toplumu birçok cehpeden çevreleyen ve etkileyen politikadadır. Kutuplaştıran, bölen, ayrımcılık yapan, muhalifini ihanetle itham ederek sindirmeye çalışan bir yapılanmayla muhatap olan toplumun, çoğulcu, özgürlükçü yorumlar üretmesi, tartışma kültürüne sahip olması çok da beklenmemelidir. Bir türlü kurtulamadığımız baskıcı, dayatmacı, faşist bataklığın oldukça derinlerde yatan temelleri mevcut olsa da bu yazıda, oraya girmek mümkün değil. Belki başka yazıya…

Son tahlilde, Mustafa Öztürk’ün kendisinden de, görüşlerinden de, görüşlerini ifade ediş tarzından da nefret ediyorum ancak; Mustafa Öztürk’ün söylemi ifade özgürlüğü kapsamındadır, korunmalıdır. Bununla birlikte Öztürk’ün meşum ifadelerine karşı verilen tepki de pekala ifade özgürlüğü kapsamındadır. Yok eğer böyle değerlendirilmeyecekse Öztürk’ün birçok seminerinde, konuşmasında dermeyan ettiği nefret dolu, sarkastik ve provokatif ifadeleri de ifade özgürlüğüne dahil edilemez.

Öztürk, kafir olma hakkına; Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmadığına inanma hakkına sahip olduğu gibi Müslümanlar da tekfir etme hakkına sahiptir.

Hak ve özgürlükler, kimsenin tekelinde değildir, keyfe ma yeşa tahdid edilemez, yanlı bir şekilde tek bir tarafa tahsis edilemez.

‘İktidar Dini’nin İnananları

Hiç şüphesiz muktedir olanın da dini vardır. Yalnız bu din, iktidarın tam olarak kendisidir. Muktedirin dini; iktidardır. Tıpkı Antik Mısır’da firavunların Tanrı olup, dininin ‘firavuniyet (yani iktidarın kendisi)’ olduğu vechile, iktidarı ‘temellük’ etmek niyetinde olan her muktedir de zamanlar üstü bir paye olarak ‘firavun namzetine’ mâil ve tâlibdir.

Firavunun ve ‘iktidar dini’nin ortaya çıkması için aristokratik veya genetik (kalıtsal) koşulların varlığı elzem değildir. Bilakis ‘şahsiyeti’ ‘firavuniyetle’ hüsn-ü imtizac eden kişide ‘firavunluk’; elverişli koşulların doğmasını bekleyen bir kuvvedir. Bu kuvve, adaptif (uyumlu) ve responsif (esnek) hususiyetlere sahiptir. Yani her nev’ politik sistemin içine ‘ondanmış gibi görünerek’ (kamuflaj) girebilir. Böylece kuvveden fiile çıkacak zeminin meydana gelmesini beklemek, firavuni truvanın yapacağı en kolay şeydir.

Nitekim, demokratik Weimar Cumhuriyeti’nde, Almanya’nın ‘dış güçler’ tarafından baskı altına alındığı, Alman milletinin kendisini savunması gerektiği söylemiyle ‘seçimle’ iktidara gelen Alman miliyetçisi Hitler’le, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nde, başörtüsü, inanç özgürlüğü, güçlendirilmiş ‘yerel idare’ sloganlarıyla yine seçimle iktidara gelen ‘Şahıs’; firavuniyetlerini ‘kamufle’ ederek meşru ve yasal sisteme kolayca sızmışlardır. La’netullahi aleyhima!

Şu halde ‘Ra’nın çocukları’ sadece antik Mısır’da doğmaz. Firavun; ‘Führer’ veya ‘Reis’ olarak da ortaya çıkar.

Doğrusu, Ra’nın çocukları bugün çok daha spesifik ve komplike bir yapıyı delerek, o yapıyı yıkarak ortaya çıkar. Bu anlamda sözgelimi II. Ramses veya Akhenaton’un başaramadığı şeyleri başarır. Irsi firavuniyeti ‘bir anda elinde bulanla’, son derece zor ‘eleme (seçim)’ süreçlerinden geçerek tahakkuk ettiren arasında oldukça büyük farklar bulunmaktadır. Nitekim bu nisbet, zulüm, güç ve otoriteyi uygularken daha şiddetli olarak ortaya çıkar. Biri vehbi, diğeri kesbidir. İktisab edilerek tahakkuk ettirilen firavunluk (Führer ve Reis örneklerinde olduğu gibi) çeşitli organlara dağılmış ‘iktidar’ gücünü tekelleştirmek ve bu tekeli de tevsi’ etmek ister.

Modern demokratik değerlerden oluşan, sıradan halkın ördüğü meşruiyyet duvarını, firavunluk kanunlarından oluşan (örneğin; KHK’lar) ‘yasa bombalarıyla’ yıkar. Hakkaniyete uygun ‘meşru’nun’ yerine keyfi ve gecelik ‘kanunlar’ dikilir.

‘Şunu asla unutmamalıyız ki Adolf Hitler’in Almanya’da yaptığı her şey ‘yasaldı’ (…). Hitler Almanyası’nda bir Yahudi’ye yardım ve onu teselli etmek ise ‘yasa dışıydı’.’

Martin Luther King Jr., Birmingham Hapishanesi’nden Mektup

Peki bu nasıl ortaya çıkar? İyilerin kötülerden aldığı ibretle kurduğu meşru’ sistemler nasıl ‘Führerlere’ ve ‘Reislere’ teslim edilebilir? İyiler, kötüler tarafından nasıl bu kadar kolayca kandırılabilir?

Cevap, iyileri kendilerine ‘inandıran’ kötülerin maharetindedir. Kuvveyi fiile çıkaran zemin, iyileri ‘şoke’ eden planlı maniplasyonlarla harekete geçirilir: Bu, bazen Hollandalı bir anarşiste ‘çıkartılan’ Reischstag Yangını; bazen de aylar öncesinden bilindiği halde yüzlerce insanın ölümüne neden olan ‘kontrollü bir darbe’ şeklinde olur.

Vakit çok geçtir: İyiler, kötüler tarafından kandırılır, muktedirin dini, tek hakim din haline gelir.

Slogan da ‘An das deutsche Volk (Alman halkı için!)’ veya ‘Milli irade’dir. Firavunluklarını kolektif kimliğe taşıyan duygusal propagandalar, kitleleri ‘iktidar dininin inananları’ haline getiren en uygun araçlardır.

Böylece Gestapo’yu kurarak demokratik Weimar Cumhuriyetini polis devleti haline getiren; ‘Benim bir vicdanım yok, benim vicdanım Hitler’dir!’ diyen Hermann Göring gibi, ‘Hayatımın sonuna kadar sadık kalacağım badem bıyıklı Hitler’im beni bağışlasın.’ diyen vezirler türer.

İyilik, kötülük tarafından absorbe edilir. Bölücülük, millilik diye pompalanır…


Orjinal yazım tarihi: Haziran 24, 2020.